
İnci Vural'dan
Ayvalık tarihsel kayıtlarda çok eski bir yerleşim yeri olarak belirtilse de Küçükhan’ın da Ayvalık’ın da tarihinde derin boşluklar bulunuyor.
Bu han Ayvalık’ta varlığından bahsedilen üç handan biridir. Büyükhan olarak bilinen yapı, şu anda Belediye binası olarak işlev görmektedir. Bu caddenin 19. Yüzyıldaki adı Agios Ioannis’miş ve o zaman da şehrin agorası olarak bilinen bir mahallesiymiş.
1922’den önce çoğunlukla tüccarların ve 500 kişilik bir çingene nüfusunun yaşadığı yüz kadar ev varmış burada. Küçük Han hem konaklama hem de zanaatkarlara işlik olarak yapılmış.
İçeride bir avlu ve etrafında iki kata dizilmiş küçük odalar yer alıyordu. Benim de hayal meyal hatırladığım dönemlerde, girişte Ayvalık Gazetesinin basıldığı bir matbaa ve üst katta da Sefa Oteli vardı. Karşısında da hapishane vardı. O yüzden bu sokaklara girmek büyükler tarafından tekinsiz görülür ve çocuklar buralara pek yollanmazdı.
Biraz ilerde duvarında saksafon asılı olan bir ayakkabı tamircisi vardı. Annem, hep Girit’ten göç etmiş müzisyenlerin Ayvalık’ta parasızlıktan müzik dersi vererek, sefalet içinde yaşadıklarından bahsederdi. O zaman mübadele ile gelen Türklerin tümünün evinde müzik enstrümanları olduğu ve müzik yapıldığını hem hikâye olarak dinledim hem de kendi ailemde yaşadım ben.
Şimdi lüks gibi gözüken şeyler o zaman buradaki halkın yaşamının bir parçasıydı. Bir kuzenim, biz çok lüks büyüdük, “her gün kuşkonmaz yerdik” diye şaka yapıyordu geçenlerde. Ama şaka bir yana, burada halk izvinya dediğimiz, yabani kuşkonmaz ile çok güzel yemekler yapar. Ve biz gerçekten kuşkonmaz ile büyümüşüz ama haberimiz yokmuş!
İşte ben ve abim de; Giritli bir anne ve Midilli mübadili bir baba ile büyüyerek, İstanbul’da okuyup orada hayat kurduk. Ama buradan hiç kopmadık. “Dönecektiysek niye gittik?” diye düşünüyor insan, ama hiç gitmemekle, gidip de dönmek arasında da çok fark olduğunu yadsıyamayacağım.
Ben, bu binayı sadece avlusunu görüp üst katına bile çıkamadan satın aldım. Aslında, Klinik Psikolog ve Pedagog olarak çalışıyorum İstanbul’da. Küçükhan’da hayaller kurarken, hayatımın enstalasyonu gibi olabilecek bir kurgu gelişti kafamda. Yani tüm sevdiğim şeyleri bir avlu etrafında toplamak (güzel yemek, tatlı, kahve, zeytin, zeytinyağı, çay, organik ürünler, seramik, tekstil, kâğıt…) istedim ve oldu. Sadece yün ve örgü heyecanımı yaşayamıyorum handa. Bir yüncü istiyorum….
Üst katta da, plansız programsızca başlayan sanat, zanaat ve çocuk etkinlikleri gerçekleşmeye başladı kendiliğinden.
Bu organik oluşum sevdiğim bir hal aldı zaman içinde. Henüz inşaat halindeyken sevgili Alev Gözonar’ın girişimi ile “Kayıp Zamanın İzinde” sergisini yaptık. Sonra Boğaziçi Yaz Okulları çocuklarının sergisi oldu. Avlu çocuklarla dolup taştı. 2024 yazında da; günümüzde yaşanan acıların ve savaşların karşısında duyduğumuz çaresizlik ve devinimsizliğe vurgu yapılan “insane” isimli sergiye ev sahipliği yaptık. İngilizce çıldırmak anlamına gelen kelimenin, Türkçe anlamındaki insanlık vurgusu yaşadığımız çağda, her gün maruz kaldığımız “ahlaki zedelenmişliğimizi” anlatıyor bence.
Boğaziçi Üniversitesi’nden arkadaşım, Klinik Psikolog Virna Gülzari’nin “Rüyalar” adlı sergisine ev sahipliği yaptık. Ve bu sergi ile eş zamanlı olarak, yine Zeytin Çekirdekleri’nin çocukları ile yaratıcı düşünme becerilerini kullandıkları ve kendilerini sanattan yola çıkarak ifade edebildikleri grup çalışmaları gerçekleşti.
Sevgili Azize Tan’ın yıllardır gerçekleştirdiği Ayvalık Film Festivali’nin etkinliklerine açıldı avlumuz. Film bile gösterdik bir gece avluda.
Küçükhan organik bir şekilde büyüdü gelişti, bina ne istediğini, kendi ruhunu bize gösterdi. Bundan sonra biraz daha planlı programlı gideceğiz bu doğrultuda.
Sergilerde, Geçmiş Zamanın İzinde dedik, İnsane dedik, Rüyalar dedik. Aslında hepsi geçiciliğimizi düşündüren kavramlar…. Arkadaşlarım bana “hancı” olduğumun şakasını yapıyor, ben de aslında hepimizin “yolcu” olduğumuzu söylüyorum.
Geçmiş Zamanın İzinde sergisi sırasında, tam karşı binamızda Kedi Kadın Kooperatifi vardı. Ve burada kadınlar dokuma tezgahlarında Girit Battaniyesi diye bildiğimiz sedefli battaniyeleri dokuyorlardı. Girit’ten göç ederken, dokuma tezgahını ve geleneğini de yanında getiren Nesihe Öztürk’ün resmi duvarlarında asılıydı.
Nesihe teyze ölene kadar, Cunda’da bu battaniyeleri dokuyarak çocuklarını büyütmüştü. Nasıl bir tesadüf ki; sanatçılarımızdan Sibel Sümer de Ayvalık’ta yaşamış bazı kişilerin resimlerini, fotoğraflardan tipografik baskı ile aktarıp, 3 metre boyunda eserler yapmıştı. Ve bu baskılardan biri de Nesihe teyzenin resmiydi. Tamamen tesadüf ile gerçekleşen bu durum, hayatın ne kadar plansız programsız olduğunu o gün bana yeniden düşündürmüştü. Bu yaşlı hanımın aktardığı gelenek onu bu sokakta bir ay boyunca iki mekanda aynı anda canlandırdı. Bunu yaşarken planlasa, kurgulasa gerçekleşmesi mümkün olmazdı. Ondan da handa bir iz kaldı. Bizden de geriye en azından bu han kalacaktır.
Küçükhan pek çok kişinin ve pek çok projenin yollarının kesişmesine vesile oldu. Yaptığımız bütün atölyeler, sergiler, konserler vasıtasıyla pek de planlamış olmadan birçok insanın birbirlerini bulmalarını, yeniden keşfetmelerini ya da tanışmalarını sağladı. Benim açımdan da aynı şekilde pek çok izini unuttuğum akrabamı hatta Han’ın eski sahiplerini burada tanıma fırsatı buldum. Dolayısıyla Han aslında tam da adının gerektirdiği şekilde bir fonksiyona sahip olarak yoluna devam ediyor.
Pek çok restorasyonda binalar orijinal kullanımından kopuk bir fonksiyon ile devam edebiliyor yoluna. Benim han kimliği ile devam etmek arzum var en baştan beri.
Dolayısıyla, kadın, çocuk, sanat, zanaat ve atölye fikirlerinin müziğin çınladığı bir ortam olsun yeme-içme ve keyif atmosferi olsun diye yola çıktık. Gerisi kendiliğinden şekil aldı ve böyle devam etmesi için ben de elimden geleni yapmak istiyorum.